Yunanca parça anlamına gelen mereo sözcüğünden türeyen mereoloji, bir bütün içindeki parçaların diğer parçalar ile ve parçaların bütünle ilişkilerini inceleyen bir teoridir. Mereolojinin orijini, Plato ve Aristo’nun yazılarına kadar dayanır.
Bu kuram şu üç görüşü besler:
- Her şey kendinin parçasıdır,
- Bir şeyin herhangi parçasının bir parçası, o şeyin kendi parçasıdır,
- İki farklı şey bir diğerinin parçası olamaz (Varzi, 2007).
Mereolojik kimlik kuramı ( mereological theory indentity, MTI ) denilen bu kuram bir şeyin kimliğinin onu oluşturan yani bileşimindeki parçaların kimliğine bağlı olduğunu belirtir. Bu kuramın iddiasına göre kimliğin zorunlu koşulu, bütünü böldüğümüz parçalarda bir aynılığın bulunmasıdır.
Örneğin; şeftali meyvesi içinde şeftali ağacı tohumunun parçasını barındırır. Şeftali de tohumdan bir iz göremiyor olabiliriz ama içinde ki çekirdek şeftali ağacının tohumlarını bünyesinde barındırır. Her şey kendini oluşturan varlığın bir parçasını taşır nitekim şeftali çekirdeğini toprağa gömerseniz bir elma ağacı değil yine bir şeftali ağacı filizlenecektir. Ayrıca şeftaliyi ikiye bölersek her iki parçada şeftali özelliğini taşımaya devam eder. Moleküllerinden tadına kadar her iki parçadan şeftali tadı gelir üzüm tadı gelmesi beklenmez.
Buraya kadar ki bilgiler bağlamak istediğim konuya giden bir çakıl taşıydı aslında. Mereoloji kavramını ilk düşündüğümde aklıma gelen şey şeftali falan değil bir ayeti kerime idi; ‘’Ben size şah damarınızdan daha yakınım.’’ Neden bunu hatırladım? Hatırladıysam ki bu hatırlamak da değil çünkü hatırlamak unutulmuş bir bilginin geri gelmesidir oysa ben bu ayeti hiç unutmamıştım. Mereoloji konusunu araştırırken bu ayet bana ya hatırlatıldı ya da ilham oldu.
Dimağıma yerleşen bu cümlede Yaradan yarattığına sen benim bir parçamsın mı diyor? Yoksa ben senin içindeyim mi diyor? Kapsayanın kendini kapsananın içine saklama hali bir bakıma ben senden ayrı değilim beni uzaklarda arama demek değil mi? Ve soruyorum neden şah damarı? Bu arada şah damarının bir diğer adı ise gazel damarı. Gazel kelimesinin kökeni Arapça ‘güzel’ den geliyor bir adım adaya ileriye gittiğimizde ‘aşk’ a açılıyor kapı. Aşk ile başlayan yaradılış hikayemiz çoğu kez olduğu gibi karşımıza tekrar aşk ve güzellik kavramlarıyla çıkıveriyor.
Gazel damarı veya şah damarı bedendeki en büyük damar, topladığı kanı beyne iletiyor. Beyin şah damarı sayesinde çalışıyor. Akletmez misiniz? Kuranda nice kez sorulur. Düşünmez misiniz? Şah damarımız olmasa aklımız çalışmazdı düşünemezdik demek ki düşünmemiz, tefekkür etmemiz bu açıdan şah damarı sembolünün bir parçası, diğer bir parçası ise şah damarının kesildiğinde kan kaybından ölmek. Eğer Yaradan ile bağın kesilirse onu kendinden çekip atmak istersen kendini var edeni kendinde yok eder isen aslında kendini yok etmiş olursun. Ve fakat sen öyle bir şeyin parçasısın ki hem onun kapsadığı hem onu kapsayansın, aklet!
Bir kulaç daha atıyorum şah damarın değilim daha fazlasıyım diyor Yaradan. Gerdanında atıp duran, her dokunuşunda hissettiğin, beyninin işleyişini sağlayan ve böylece kalp dahil vücudunun her organını çalıştıran velhasıl kelam seni fiziken yaşatmaya yarayan parçandan bile daha yakınım sana. O damarda dolaşan sıcak kandan daha sıcağım sana diyor. İşte tam burada parça- bütün ilişkileri zihnimde kayboluyor. Hangi parça hangi bütün? Zaten bana benden yakın olan bir şeyin içindeyken ve oda benim içimdeyken nasıl ayırabilirim parçayı bütünden?
İmdi tüm bu konuştuklarımızdan sonra koyalım şapkayı önümüze belki çoğu kez değersiz, aciz, zayıf gördüğümüz benliğimize Mevlana’nın sözüyle seslenelim; Kendini okyanusta bir damla sanma. Damlanın içinde kocaman bir okyanussun…