Ömrümüzün nevbaharındaydık. Bir gariplik vardı. Duyumlarımız çoğalmıştı. Vaka kelimesini çok fazla duymaya başlamıştık. Geliyordu gelmekte olan, yaklaşıyordu ülke ülke. Ümitlerimiz vardı, çok sürmedi. İnsan insan yakalandık, herkes gibi hazırlıksız yakalandık.
Dünya da ömrünün nevbaharındaydı, yavaş yavaş anladık. Bu bahar farklıydı; uyanmalar, doğmalar, başlamalar, renkler ve sesler değişmişti. Parça parça yok oluş ve çokça kaos vardı, telaşlandık.
Yaklaşık 2 yıldır telaştayız. Canımızın, canlarımızın ve geleceğimizin telaşındayız. Iskalanmak istiyoruz. Görülmemek, yakalanmamak, kenarından köşesinden kurtarmak istiyoruz. Sadece ailemiz, sevdiklerimiz, haberini alınca üzüleceklerimiz için değil, “düşmanımızın başına bile gelmemesi” için dua ediyoruz.
Zihnimiz gök gürültülü, ne düşüneceğimizi bilmiyoruz. Oysa ne düşündürüleceğimiz biliniyor gibi. Rüzgarlar esiyor sağdan soldan. Düşünceler geliyor ardı sıra, kimisi bizden kimisi emanet. Hava akımımız çok, hava bakımımız yok. Tükeniyoruz, canımızın telaşı sadece bizimle alakalı değil. Ses ürkütüyor, söz yakıyor ve rakamların bir aradalığı kaygı veriyor.
Kimse bihaber değil. Olmuyor, olamıyor. Çok sesli haber ağı, rivayet ağzı her yerde. Kalbimizin ritmi bilerek belirleniyor. Önceden sormadığımız sorularla meşgulüz ve artık hepimizden de, her şeyden de daha fazla mesulüz. Ölüme daha da yakınlaştığımızı hissettirmiyor, direkt gösteriyorlar. Acı gerçekler biriktiriyoruz, kaç 40 gün geçti bilmiyoruz, alıştırılıyoruz.
Teselli istiyoruz. “Önce kadınlar ve çocuklar” desinler diye bekliyoruz. Kadınlar olmadı, çocuklar olabilir. Ümitliyiz. Ama çok sürmüyor. Bir başka uzman yıkıyor kumdan kalemizi. Söz kolluyoruz, garanti istiyoruz. Söylenilen her ne varsa yapıyoruz, yinelenmek istemiyoruz. Çiftlik gibi yönetilmeyi hiç istemiyoruz. (Domuzluğa gerek yok!)
İnsanlığın tarihinde en fazla vasiyet yazılan yıllardayız. Bugünümüz yarınımızdan kopuktu daha da koptu. Kaf dağı uzaktı, daha da uzaklaştı. Bir gün bir şey oldu ve bütün dünyayı esir aldı. Prensesleri kurtaracak beyaz atlılara değil beyaz önlüklülere ihtiyaç var artık. En azından bize mutlu son bu şekilde anlatıldı. Masal bu ya, bu gerçek galiba. Galiba’lar şart çünkü can telaşı hepimize kesin ve keskin konuşmamayı öğretti.
Bu dönemde Shakespeare cümlesi “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” zihnimizde başka karşılıklar bulabilir. “Nefes almak veya almamak, işte bütün mesele bu” da diyebiliriz. Bir de tabi nefes olmak meselesi var. Belki de öyle deriz, “Nefes olmak ya da olmamak, işte bütün mesele (İnsan) bu.” Yorumlarımız, yorumlamalarımız ve hakikatimiz değişti. Can telaşa düştü, karamboller her anımıza yüklendi. Her anımız ceza sahası içinde, cezalandırılabilir pozisyon geçidi…
Günler geçiyor, ağıtlar artık daha hızlı, yakınlar daha uzak. Kodlarımız, çiplerimiz, aşılarımız, dozlarımızla poz poz telaşlanıyoruz. Her insan bir uzman. Her uzman bir poz. Ertesi gün söyledikleri toz. Yenileniyoruz, yineleniyoruz. Yükleniyoruz. Parça parça tüketiliyoruz. Hep aynı şeyleri duyuyor, söylüyor ve yaşıyoruz.
Canımız düşmesin diye telaşa düştük. Eveledik, geveledik, aşağı yukarı aynı şeyleri söyledik. İnandık, inanmadık, destekledik, karşı çıktık. Herkes büyük hikayelerini anlattı. Küçük hikayeleri ile ağlattı. Oyunu kuralına göre oynayan da karşı çıkan da ertesi gün olmadı. Kümelendik, kesiştik ve elendik.
Artık hepimiz anksiyetik pandemik panik. (APP) Literatürde muhtemelen böyle bir tanı yok ama çevremizde görülme oranı çok.
Dedik ya, can telaşa düştü.
Can düşmesin diye üstümüze telaş üşüştü.
Not: Bu yazı korona olduktan sonra vasiyetimi yazmadan kaleme alınmıştır.