- Paylaşım
- Facebook'ta Paylaş
- Twitter'da Paylaş
Milli irfanımıza göre Allah, varlığı sevgiden yaratmıştır; bütün varlıklar da sürekliliklerini sevgi ile devam ettirmektedirler. Sevgiyi inanmanın şartı sayan İslam[1] ile de milletimiz, bu kutsal hissin “merkezi konumu”nu iyice pekiştirmiştir. Uzun yüzyıllar içinde çok çeşitli coğrafyalarda yaşayan Türkler; eğitim yöntemi olarak “tasavvuf”u, eğitim kurumu olarak da “tekke”yi kurmuş ve yaşatmıştır.[2] Tekke ise mensuplarına insanı ve diğer canlıları koşulsuz sevmeleri yanında “nesne”yi de herhangi bir şarta bağlı olmadan sevmeyi salık verir.[3] Yolda insanların geçişini engelleyen bir taşı “ayak ucu”yla değil, eğilip yerden alarak kenara koymayı emreden bir medeniyetin irfanı; bitkilere, hayvanlara ve insanlara da elbette koşulsuz, karşılıksız, beklentisiz bir sevgi çerçevesinde muamele edecektir. “Çok çeşitli” coğrafyalarda yüzyıllar boyu kalabilmemizi de bilcümle varlığa duyduğumuz bu samimi sevgiye borçluyuz.
Seven, elbette sevdiğinin yanında olmak ister. Gerçi milli irfanımız, aslolanın “gönülde bulmak” olduğunu kabul eder ve gönülde bulduktan sonra “ayrılık” olamayacağını bildirir. Fakat yine de insan, gönlünde bulduğunu tabiatı gereği “fiziken” de “yanında” istese bile bu çoğu zaman mümkün değildir. Fiziken de bir arada olmanın en etkili yöntemlerinden biri “yâdigâr”[4] yahut “bergüzâr”[5] olarak anlam kazanan “hediye”dir.
“Kapitalizm”in gölgesi henüz bu topraklara düşmemişken hediye, herhangi bir güne mahsus olmadığı gibi maddi değeri de önemsizdi. Hatta en büyük hediye yârin bir tel saçı[6] yahut alev de olsa dudağına değmiş bir karanfil[7] idi. Bu büyük “lütuflar” mümkün olmuyorsa en azından “bir kuru selam”ı da öpüp başa koyarak kabul etmek, kültürümüzün yerleşik bir unsuruydu.
Fakat Kapitalizm’in dünyanın her yerine ulaşan teklifsiz elleri, bizim kültürümüze de ulaştı.
Artık sevgimizin ne kadar “içten”, ne kadar “çok”, ne kadar “sürekli”… olduğunu “gösterirken” hediyemizin “pahalı” bir “marka”nın “ürün”ü olması gerektiğine inanıyoruz. Sevgilinin mihnetlerini dahi ihsan olarak gören medeniyetin çocukları; maalesef yârin tebessümüne, kaş çatışına, nazına, gamzesine… kayıtsız kalabiliyor. Hem seven hem sevilen, değerlerini “pahada ağır” hediyelerle “ölçme”ye başladı. Yiyip içilen mekânların mönü fiyatları, hediyelerin etiketleri, markaların en son ürünleri, tercih edilen alışveriş merkezleri… bir çeşit “sevgi ölçme” yöntemi oldu.
—————————————————————————–
[1] “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olmazsınız.” Tirmizi, Et’ime, 45
[2] Bu öyle yerleşik bir anlayıştır ki şekil ve yöntem bakımından tamamen farklı olan Köy Enstitüleri bile bu çerçevede kabul edilebilir.
[3] Son dönem şeyhlerinden Ken’ân Rifâî Büyükaksoy, sigarasını sert bir şekilde söndüren kişiyi ikaz ile “Az evvel sana zevk veren bir nesneye böyle sert davranma.” diyerek bundan men etmiştir.
[4] Bir kimseyi veya olayı hatırlatmak üzere verilen yâhut onlardan kalan şey.
[5] Yâdigâr olarak verilen şey, hediye, armağan.
[6] “Bergüzar göndermiş zülfün telinden.” (Neşet Ertaş)
[7] “Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre âlevdir bu karanfil
Rûhum acısından bunu bildi” (Ahmet Haşim)
İnsanın içine dokunan tespitlerle dolu, sıcacık bir yazı olmuş. Elinize sağlıki